“En gaddarca geleneksel biçimiyle kadınlık sürekli bir ortadan kaybolma numarasıdır, erkeklere daha fazla yer açmak için silinmek, sessiz kalmaktır, erkeğin olduğu yerde varlığınız saldırganlık, yokluğunuz zarif bir itaat kabul edilir” der (Minotor Kitap / çeviri Seda Çıngay Mellor) “Yokluğumdan Aklımda Kalanlar” adlı kitabında ABD’li yazar Rebecca Solnit ve bir diğer kitabı (Minotor Kitap / çeviri Asude Küçük) “Bana Bilgiçlik Taslayan Erkekler”de ise noktayı koyuyor: “Kadının adı sessizlik. Erkeğinki iktidar. Kadının adı yoksulluk. Erkeğinki zenginlik. ‘Kadının’ diyoruz da, ona ait olan bir şey var mı gerçekten? Erkek ise her şeyin kendisine ait olduğunu iddia ediyor, kadın da dahil. İzin almadan ve bir bedel ödemek zorunda kalmadan kadına sahip olabileceğine inanıyor. Bu çok eski bir hikâye, yine de son yıllarda hikâyenin sonu değişmeye başladı… Ezber bozuldukça, değişmez sanılan düşünce kalıpları temelden sarsılıyor.”
Solnit, kitapta Türkçe baskıya bir de önsöz yazmış: “Bu şiddetin olmadığı ya da radikal bir biçimde azaldığı ve böylece ölümün, yaralanmanın, korkunun, sessizliğin, tehdidin, kısıtlamanın olmadığı bir dünya hayal edebiliyor muyuz? Kadınların güven içinde yaşadığı, erkeklerle eşit haklara sahip olduğu bir dünya hayal edebiliyor muyuz?…. Jhoti Singh’lerin, Özgecan Aslan’ların ve adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz diğer kadınların hayatlarını huzur içinde, dolu dolu yaşayacakları bir dünyaya! / Bu kitabı seçtiğiniz için teşekkürler.”
Solnit’ten de anlaşılacağı üzere bugün peşine düşeceğimiz mevzunun öznesi “kadın”… (İç ses: Zira bu meramın kökleri derin ki uzaklara değil kadrajımızı bir yıl öncesine çevirirsek, (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre) “2023 yılında erkekler tarafından 315 kadın öldürüldü, 248 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu.” Böylesi bir hayat mesaisinde, Solnit’in dünya dileğine yürekten katılıyorum/z.)
“Nora’nın 15 yıl önce çıkıp gittiği evin kapısı”
Norveçli oyun yazarı, şair Henrik Ibsen’in 1879’da yazdığı üç perdelik tiyatro oyunu “Nora / Bir Bebek Evi”nin devamı niteliğinde, ABD’li oyun yazarı (Türkiye’de tiyatro seyircisinin Twotwo Production’un sahnelediği, 2018 menşeili oyunu Red Speedo’dan hatırlayacağı) Lucas Hnath’ın 2017’de kaleme aldığı -Ibsen’in kapıdan çıkardığı Nora’sını on beş yıl sonra o kapıdan geri getiriyor- “Nora 2”… (Meraklısına not: Oyunun yazarı Hnath bir röportajında İbsen ve Nora 2’yi yazma yolculuğunu şöyle açıklıyor: Ibsen, özgürlüğün ne olduğunu tanımlamaya çalışıyor ve sandığımız kadar özgür olmadığımızın yollarını tespit ediyor. İtibar ve dünyada nasıl göründüğümüzle ilgili korkular, para ve sosyal statüyle ilgili kaygılar; bunların hepsinin bugün de devam eden prangalar olduğunu düşünüyorum… Nora 2, Ibsen’in çalışmalarına olan sevgi ve takdirin bir sonucuydu; Ibsen’le daha fazla zaman geçirmek ve onun derinlerine inmeye çalışmak için harika bir bahane olduğunu düşünüyorum yazmamın…)
Ibsen’in metninin finalinde Nora, kocasını ve üç çocuğunu geride bırakarak evini terk eder. Lucas Hnath oyunu yazmaya başlarken aklında iki fikir olduğunu söylüyor: Birincisi bir kapı çalacak (bu kapı, Nora’nın 15 yıl önce çıkıp gittiği evin kapısıdır), ikincisi Torvald (bu erkek, Nora’nın 15 yıl önce terk ettiği kocasıdır) ve Nora, Ibsen’in metninde yapmadıkları şeyi, gerçek bir tartışmayı yapacaklar. Dolayısıyla bir kapı çalınır, (Nora’yı da, Nora’nın üç çocuğunu da büyüten kadın) Anne Marie kapıyı açar ve gelen Nora’dır; tam 15 yıldır kendisinden hiç bir haber alınamayan, öldü zannedilen Nora. Ve oyun başlar.
Son olarak 2017’de, Talimhane Tiyatrosu’nun sahnelediği “Kabil’de Bir Ev Kadını” oyununda dikize yattığım ve her daim kelamının hastası, ahvalinin takipçisi olduğum Nihal Geyran Koldaş’ın çevirdiği ve aynı zamanda oynadığı “Nora 2”nin yönetmenliğini “Vahşet Tanrısı”, “Sessizin Sesi / Ne Evet Ne Hayır”, “Ivanov” ve “Terörizm” gibi oyunlardan bildiğimiz Saim Güveloğlu, dekor-kostüm tasarımını Hilal Polat, ışık tasarımını Utku Kara ve oyun asistanlığını ise Bilgesu Akın üstleniyor.
Bugün güzergâhımızı şereflendiren: 2021’den bugüne -kendi yaratımları olan- “Nora 2” ve (bu yılın mahsulü) “Terörizm” başta olmak üzere, pek çok misafir ekibin oyunlarını da ağırlayan ve haftanın üç günü Saim Güveloğlu oyunculuk, Tansu Biçer Audition atölyelerinin devam ettiği Bahçe Galata… “Burada neler oluyor ve meraklılarına neler söyleyebilirsiniz?” diye sorduğum Bahçe’nin kuruluşundan itibaren hem (ayrıca DasDas – Ivanov, Mask-Kara Tiyatrosu – Kadın Ölüleri) oyunculuk hem de idari yöneticilik yapan Derya Şahan’ın belirttiğine göre; “Bahçe’de programa uygun zamanlarda dışarıdan atölyeler için gelenler oluyor. Örneğin, fiziksel çalışmalar, clown atölyesi, prova mekânı, ses atölyesi vs. olarak da kullanılabiliyor.” Misafir ekipler için, oyunun hem fiziksel hem de mekânın ruhuna uygun olan metinleri seçmeyi tercih ettiğini söyleyen Şahan şöyle devam ediyor: “Büyük dekorlu oyunlar olamıyor. Çok fazla talep olduğu için bazen de birlikte çalışamadığımız ekipler olabiliyor. Çat kapı gelenler olabiliyor. Ancak o an uygunluk neyse ona göre davranıyoruz. Mesela, Saim Güveloğlu’nun, Salı akşam ki dersi seyirciye açık bir ders. Bunu bilenler geliyor…”
Ezcümle: Sesine ses vermemiz gereken miss gibi bir mekanımız daha oldu Bahçe Galata ve üç yıldır seyircisini demlemeyi başaran oyunları “Nora 2”. Sade bir tiyatro seyircisi gözünden de notum: Hnath’ın dinamik, günümüz jargonun inci gibi dizildiği ve bunu da dört oyuncunun seyirci ile temasında karşılıklı iletişimi kesmeden yaptırması muazzamdı (İbsen’in o tarihlerde sinkaflı replikleri olduğunu hayal ettim!) fakat Tülin Özen, Tansu Biçer, Nihal Koldaş ve Zeynep Çötelioğlu’nun sahici (ne bir tık fazla ne bir tık az, tam kıvamında) ve öylesine samimi oyunculuklarının karşısında reveransa duruyorum! Bu güzel buluşmalar kapsamında “Nora 2”nin oyuncuları ile Bahçe Galata’nın (meşhur kapısından girip) kulisinde bir araya geldik. Ortaya karışık ahvalimizden yazıya dökülenlerse şöyle…
“Herkese bu işi neden sevdiğini hatırlattı”
· İzninizle sondan başlamak isterim… “Gerçekten dünyaya yakınlaşmak istiyorsa eğer, dünya ile arasında mesafe koymalıdır,” diyor Fransız edebiyat kuramcısı ve yazar Maurice Blanchot. Üstadın bu tanımının yamacında, bugün yaşadığımız dünya gidişatına bakınca, sizin “2023 Z Raporu”nuzdan ne çıkar? Ve Türkiye sanatına / tiyatrosuna dair 2024 yılı (kısa ve uzun vadede) öngörünüz ne olur?
Tülin Özen: 2023 yılına, “kendi isteklerimle barışacağım, daha az korku ve daha çok kendi kararlarımla yürüyeceğim” diye giriş yaptım. Fakat 2024 yılında tüm bu halim yine zedelendi, yine korkular ve yine güvensizlik bastı; etraf ve yaşadığımız dünya çok güvensiz olduğu için, yine tadım kaçık bir hissim var hayata dair. Gaza gelmiştim ama o gazı biraz yedim diyebilirim. Tiyatroya dair de Bahçe Galata ile gelişen durumda pozitif halim devam ediyor. Tiyatronun “z raporu”ndan da bana kalanlar: Çok güzel oyunlar da var, popüler işler de var ve ‘hiç tanımadığım insanlar ne güzel işler yapıyor’ diye düşünüp heyecanlandığım, kaçırmayayım, seyredeyim dediğim oyunlar da var ve ‘bazı insanlar bu işleri neden yapıyor’ dediğim oyunlar da… Bence pandemi süreci ve sonrası bu işi seven herkese, bu işi neden sevdiğini hatırlattı ve bir şeyler tazelendi; hem tiyatro hem de seyirciler adına… 2019’un son aylarında Bahçe Galata için açılış yaptık ama pandemiye denk geldi, uzun bir süre herkes gibi kapalıydı mekân… Ve pandemiden sonra mekânı açtığımızda insanların buraya gelişlerinde, tiyatroyu ne kadar çok özlediklerini söylediğini hatırlıyorum. Düşünün ki pandemiden sonra korkmalarına rağmen gelme ihtiyacı hissettikleri ve buna rağmen geldikleri bir süreç de var. Pandemi ve sonrası süreç bizlere / hepimize kültür sanatın ihtiyaç olduğu hissini hatırlattı diye düşünüyorum. En azından kendi adıma öyle ve bu bana çok iyi geldi.
Nihal Geyran Koldaş: 2023’ün ‘z raporu’nda, olumsuz duygularla geçti, dünya ve Türkiye açısından… Onun içinde de bir takım kişisel delikler açma çabası bir parça oldu diye düşünüyorum ki 2024’te daha çok olacağını düşünüyorum kendi adıma. Daha tevekkül içinde olmuşken, şimdi o kadar değilim diye düşünüyorum. Pandemi ile başlayıp bugüne gelen süreçte, ben hayatımın biraz daha rölanti olan dönemindeyim; karşıma ne çıkarsa ona hazırım duygusuyla yaşayan bir insan oldum son birkaç yıldır. Fakat bu durumu yavaş yavaş değiştirdiğimi de düşünüyorum, bu değişimi tetikleyenin ne olduğunu ise gerçekten bilmiyorum. Herhalde bunu da 2024’ün ‘z raporu’nda göreceğim. Çünkü uzaklaşmak lazım, zira şu anda hayatıma bir yön tayin etme durumu hâlâ olabilir diye düşünüyorum. Bu biraz da yaşla ve hayat koşullarınla ilgili… Tiyatroya gelirsek de, Tülin’e katılıyorum, insanlar sadece tiyatro ya da kültür sanat ya da daha genel bakarsak sosyalleşme açısından da çok özledikleri için, adeta her yere / her şeye hücum etti, ki bu hâlâ da devam ediyor. Meğer kültür sanat bir ihtiyaçmış! Süreçte tiyatro açısından çeşitlilik konusuna gelirsek de; bazı kişiler, tiyatroda yeterince yenilik olmadığını düşünüyor. Fakat benim gördüğüm, çeşitlilik var ya da olmaya çalışıyor. Üretimi yadsıyamayız. Tiyatroda gişe kaygısı var; ki bu da birbirine benzer oyunlar ya da daha seyircinin beklentisine uygun işler çıkmasına neden oluyor. Ama bu ve buna benzer kaygıların ortadan kalktığında daha bağımsız girişimlerde o çeşitliliği görebiliyoruz. O noktada da işte onları üretme koşulları çok zor.
Tansu Biçer: Z raporum kısmında çoğunlukla çalışarak geçirdim. Kendimle ilgili çok fazla düşünme fırsatım olmadı o anlamda. Tıpkı oyunda Nora’nın dediği gibi, “Ben gerçekten ne istiyorum?” diye çok fazla düşünme zamanım olmadı. Neyin peşinden gitmek istiyorum pek bilmiyorum ama yavaş yavaş böyle bir ihtiyacım da doğuyor, bunu da hissediyorum; kendime ait bir şey yapmalıyım, bulmalıyım gibisinden. Bu durumu pozitif de buluyorum. Bakalım bu süreç de bir yere gidecektir diye düşünüyorum. Tiyatro mevzusunda da herkesin dediği gibi, bir şeylerin iyi anlamda büyüdüğünü hissediyorum. Ve evet, pandemide insanlar en son hızla tükettiler her şeyi; orada en son hızımıza çıktık bence! Dolayısıyla tüketmekle ilişkimizde kıymetli olanlar öne çıkmaya başladı. Tüm bu süreç üretime de yansıdı. Çığır açılmadı ya da bambaşka bir tiyatro ortamı oluşmadı ama bunların kapısı veya yolu açıldı diye düşünüyorum.
Zeynep Çötelioğlu: Benim ‘z raporu’mda, kendimi keşfettiğim bir süreçti. “Nora 2”de üçüncü yılım ki üçüncü yılın sonunda da daha neleri farklı yapabilirim algısındayım, keşfindeyim. Daha bir deney alanı ve kendi sesimi duyma odaklı bir yıldı benim için… Mesela, kişisel hayatımda daha çekingen bir insandım fakat bu süreçte Nora ile de gelişen, kendimi daha değerli hissettiğim bir dönem oldu. Bunda da tiyatronun çok etkisi oldu. Sahne arkasında, şimdi bulunduğumuz bu masada her şeyi paylaşmak; ki “Nora 2”yi her seferinde oynarken de yeni bir şey keşfedip bunun üstüne konuşmak gibi değer gördüğümü hissetmemi sağladı. Tiyatro kısmına gelince de, bizim genç neslin daha çok öne çıktığı, küçük küçük kumpanyaların oluşumu dikkat çekici; pek çok arkadaşım da ikili, üçlü gruplar halinde tiyatro yapıyorlar. Eskiden de vardı bu oluşumlar, kumpanyalar ama artık biz gençler biraz daha cesaretlendiriliyor ve destek çıkılıyoruz, en azından hissettiğimiz bu. Bu da bizlerin, kendi adıma söylersem de görünmez olmadığımızı hissetmemizi sağlıyor. Bu sezon pek çok arkadaşımın oyununa gittim; yeni bir şeyler yapmaya, denemeye çalışıyorlar, bu benim bulunduğum tiyatro ortamının gelişimi açısından çok hoşuma gidiyor.
· 99 doğumlu, genç bir tiyatro oyuncusunun bu şekilde konuşması, üstat ya da hocalarından böylesi destek gördüklerini söylemesi, aşırı mutlu etti beni. Zira yıllardır kültür sanat mesaimde işittiğim, hep hocaların veya büyüklerin, gençleri bir şekilde yeterli görmediklerine veyahut cesaretlendirilmediklerine dairdi… Demek artık o eski üstat ve hocalar da değişti!
Tülin Özen: Güzel olan bu gençlerin kendileri yazıp, yönetiyor ve tepelerinde / üstlerinde bir büyük ya da hocaları olmadan üretiyorlar, yapıyorlar. Ayakta durmak için kendileri uğraş veriyorlar. Bizler de açıkçası ne yapacaklarına dair heyecan duyuyoruz. Ya bizi bu Z kuşağıyla ilgili dolduruşa getirdiler de oradan mı kıymet veriyoruz yapacaklarına biliyorum ama yaşayıp, göreceğiz (gülüyor)!
Tansu Biçer: Vaktindeki gençler dediğin, aslında işte bizim gençliğimiz. Öyle hissedenler, büyüyünce vakti geldiğinde öyle davranmamak gibi bir davranış / hareket biçimi de gösteriyorlar aslında. Yine eskisi gibi gençlerin işlerini beğenmeyenler vardır muhakkak ama benim yaşıtlarımın çoğu artık “aa, ne güzel, yapsın herkes, gençler…” gibi bir algıda ve düşüncedeler. Çünkü bizdik o/nlar… 20 sene öncesi dediğimiz, benim gençliğim zaten; misal, onu o zaman söylediysem, bugün o söylediğim gibi davranmamalıyım. Ya da davranmamak için en azından elimden geleni yapmalıyım. Bu bir değişim ve dönüşüm.
“Kapı, beşinci bir oyuncu karakter”
· Gelelim, “Söyleyeyim; bu kapıdan çıkıp giden kişi değilim artık. Çok farklı bir insanım şimdi,” diyen “Nora 2”ye… Bu hikâyeyi sahnede endam ettirmeye heves ettiren ögeleri nelerdi, ezcümle fitili ateşleyen mevzunun arka planını anlatır mısınız?
Tülin Özen: Bahçe Galata’nın fiziki şartlarına ve kadroya çok uygun olduğu için bu oyunu seçtiğimizi itiraf etmekle başlayalım! Hikâyede önceliğimiz ve isteğimiz tek bir mekânda / yerde geçmesi ve bir kapı olmasıydı ki bu hikâyede de bir kapı var ve bizim de mekânda “çok güzel bir kapımız” var, bunu da herkese göstermek istedik (gülüyor). Tüm bunlar bir yana “kapı”, “Nora 2”de beşinci bir oyuncu karakter olarak sahnede. Bir taraftan da Ibsen’in teksinde olmayan bir kavga hali, tartışma dili var Hnath’ın tekstinde. Çıkış noktasını yazarın kendisi şöyle açıklıyor: Orijinal metinde Nora ve Torvald’in büyük tartışmayı yapamadığını ve aslında bu niyetle yazmaya başladığını söylüyor. Ibsen’in tekstinde kavga edemeyen, kendi sesi içine konuşan bir kadınken ve -her şeyi göze alarak- o kapıdan çıkan Nora’yı, Hnath’ın metninde ise 15 yıl sonra o kapıdan içeri giren, artık yıllar içinde de bir cümlesi, lafı, hatta kendi sesi olan bir kadın olarak görüyoruz. Dolayısıyla “Nora 2”de dört karakterin kendi sesiyle konuşabiliyoruz. Bu da bize, -vaktinde- bazı yapılmamış tartışmaların yapılabilmesi adına daha sıcak geldi açıkçası. Tek bir taraf var ve onun arkasından giden seyirci olsun değil de; madem bu durumu hep beraber yaşıyoruz ve üstüne kâğıt üzerinde de hepimizin eşit hakları var ama yaşamımıza geçiremediğimiz yerler / şeyler de var; bu da şimdi yaşadığımız / yaşama geçirilemeyen kısımların ses(ler)i aslında. Metnin ve bizim yükseldiğimiz de; çözülecekse de buralardaki konuşmalarla / tartışmalarla beraber çözülebilir gibi…
· Düşününce devam niteliği gibi ama aynı zamanda bambaşka ve orijinal bir metin yaratmış Hnath. 1879’un Nora’sı kapıyı vurup çıkarken, kendi ve kendi gibi kadınların “kurtuluşu, özgürlüğü” diyorken; 2017’nin Nora’sı ise meseleyi aile ve toplum parametreleri içinde genele yayıp tartıştırıyor. Tekstiyle ve uyarlamasıyla açıkçası, benim gibi düz bir faninin bile anlama kotasında sade, anlaşılır ve muazzam bir hemhaldi. Tabii rejinin ve oyunculukların uyumundan sahneye yansıyanın etkisi de yadsınamaz!
Tülin Özen: Bence de bu oyunun en güzel tarafı bu; anlaşılır ve sade olması. Aslında dönemi itibariyle ilk tekste, bir kadının kocası ve çocuklarını bırakıp evden gitmesi / gidebilmesi nasıl bir devrim ise, şimdi de belki herkesin bunu konuşabilmesi dönemine gelmişizdir diye düşünüyorum. Herkesin kendi açısından hayatına / kendine ne yaptığını konuşma dönemine gelmişizdir belki… O dönem çok zor olan ama şimdi oyun karakterlerinin aynı düzlemde bunu konuşuyor ve kendi tarafından ‘bana ne oluyor’u anlatabiliyor ve tartışıyor olabilmesi dönemine gelmişizdir. Ki şu anda oyunun güçlü olan kısmı da bence orası! “Gitmek” veya “gelmek” değil de karşılıklı olarak “bana bunlar oldu” diyebilmek.
Nihal Geyran Koldaş: Ibsen’in “Nora”sı feminizmin klasik metinlerinden biri; Hnath’ın “Nora”sı ise 15 yıl sonrasından ele alarak arada çok şey geçmiş olması itibariyle bir yerde klasik feminizmin de eleştirisi gibi. Ya da bunun tartışmaya açıldığı bir yer de var diyebiliriz rahatlıkla.
“Kesinlikle mor bir oyun değil”
· Günümüze baktığımızda, bu hikâyenin nidalananları bugün kimlere ve nelere denk düşmektedir ya da bugün nereye denk geliyor Nora?
Tülin Özen: Yazarı Hnath teksti sahneleyebilmek için pek çok zorlukla uğraşmak durumunda kalmış. Mesela, Almanya’da hikâyenin sonunu değiştirmiş, Nora’yı oynayan oyuncu, “Ben seyircime bunu yapamam, bir kadın çocuklarını bırakıp gidemez” deyip oyunu bırakmış gitmiş vs… Bu arada bu yaşananlar Ibsen zamanından değil, 2017 Hnath zamanından… Biz de 2021’in kadrajından yeniden sahneleyelim istedik; günümüz bakış açısı içinde bir tartışma alanı yaratır niyetiyle. Ve kesinlikle mor bir oyun değil.
Nihal Geyran Koldaş: Oyunda benim için en ilgi çekici şey -ki herkesin de aynı düşündüğü yerden- kesinlikle tartışmacı bir metin olması. Oyunun bir mesajı yok; seyircilerde de gördüğümüz oyun bitiminde herkes bu oyun üzerinde konuşmak istiyor. Sonuç olarak bir sürü soru üreten bir oyun, ben de bu tür metinleri seviyorum. Soru üretsin ve kesin bir yargıyla oyundan çıkmasın seyirci. Bu da seyir halindeki seyirciyi dinamik hale getiriyor. Bir de şöyle bir şey var, bu oyunun metni sırasında yazar ve oyuncular, uzun süre masa başında doğaçlama yapmışlar. Bunun getirisi olarak da çok akıcı bir diyalog hali var metnin. Belli ki oyuncuların bu çalışma içinde getirdiği birtakım katkılar da var. Uzun bir yazım süreci olmuş. Karakterlerin arasındaki denge çok önemli, bu bağlamda da çok dengeli ve dört oyuncuya da yeterince kendini ifade edebilmesi için alan açan bir oyun. O bakımdan da Galata Bahçe gibi bir topluluk için ilk oyun olması açısından da gayet iyi bir seçim.
Tülin Özen: Şu anekdotu da ekleyelim; yazar, ilk seyir haline / ön izlemede seyirciler arasına daha muhafazakâr ve feminist grupları da davet ediyor ki onlar da değerlendiriyorlar metni.
· Üç yıldan bahsediyoruz, Türkiye gibi bir coğrafyada bir oyunu ekiple bunca yıl sürdürmek büyük başarı, öncelikle bunun altını çizmeyi es geçmemeli! Metni sahneye taşırken öncelikleriniz nelerdi?
Tansu Biçer: Biz aslında total düşünmeye çalışıyoruz. Ne sadece fikrin veya maddiyatın ne de sadece seyircinin peşinden gidelim istemiyoruz. Bir tiyatro kurduk; ilk oyunu da seçerken burada gözettiğimiz önemli olan kadro sayısı veya metnin ve mekânın birbirine denkliğiydi. Tüm bunlarla beraber, bir taraftan da tekstlere baktığımızda biz, bir kişi ya da bir tarafın haklı olduğu, diğer kişi ya da tarafın kendini savunamadığı hikâyeler istemiyoruz. Ya da hangi oyunu alırsak herkes hakkını sonuna kadar savunabilsin, anlatabilsin ki Nihal’in dediği, o sorular ortaya çıkabilsin! Yoksa öbür türlü “sen sürekli birilerine cevap veriyor” konumunda oluyorsun metinde. “Bu böyle olur” ya da “böyle olmaz” gibi sürekli bir cevap hali oluyor. Biz tiyatral anlayış olarak bu algıda olmadığımız için de bu tekst bize uygun geldi. Hikâyedeki dört karakter mevzuyu kendi bakış açısından anlatıyor ve her biri kendi bakış açısını savunduğu için de ortaya sonrasında tartışılabilecek sorular çıkıyor. Aslında tekste bizi heyecanlandıran kısmı da bu oldu. Ama başta da söylediğim gibi total düşündüğümüz için de bu anlattıklarım tüm yönüyle baktığımız şeylerden birkaçı.
· Seyirciden gelen tepki / etkilerde, sizi de heyecanlandıran ya da şaşırtan, şu anda aklınıza gelenlerden neler var?
Tülin Özen: Genel olarak herkes çok konuşmak istiyor oyun üzerine… İlk yıl, seyirci de daha bir şok hali vardı, bir anneye konduramam, bırakamaz çocuklarını diyenler, aynı süreçten ben de geçiyorum diyenler… Ama şimdi ise geldiğimiz noktada, metni de az çok kulaktan kulağa duymuş, öğrenmiş olarak bilen bir seyirci yoğunlukta…
Zeynep Çötelioğlu: Metnin gerçekten açık bir dili var. Ama ilk zamanlarda benim de anlayamadığım şeyler olmuştu; ki kuliste / sahne arkasında üstüne konuşup da sonrası anladığım/ız çok şey oldu. Kuliste çeviri yaparken, çok mesai harcadık hep birlikte. İngilizce bir metni Türkçesiyle birlikte masa başında çalıştık. Daha başka alternatif neler olabilir diye, ikili dil üzerinden düşünmek açıkçası zordu fakat oyunculuğumuzu zenginleştirdiğini düşünüyorum. Diyebilirim ki bu süreç benim için baya eğiticiydi.
Nihal Geyran Koldaş: Aslında prova süremiz çok uzun zaman olmadı, en azından benim açımdan… Ama prova süresinin önemli belli bir kısmını masa başında metni okuyarak ve replikleri ağzımıza oturtarak geçirdik. Çevirmeni ben olabilirim ama bazı şeyleri baya baya birlikte tartışarak çevirdik ya da “ne diyor”, “ne demiyor bu cümlede / burada” gibi üstüne epey kafa yorduk…
· Diyelim ki oyunun karakterleriyle tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az-çok hayat hikâyesini biliyorsunuz. Bir sözünüz olsa, onlara ne söylemek isterdiniz?
Tansu Biçer: Öncelikle (Nora’nın kızı) Emmy’e bir şeyler söylermişim gibi geliyor, mesela: “Şu an da kızgınsın haklı olarak fakat annenle biraz daha konuşun bence, kestirip atmayın, anne kız ilişkisi değil ama belki arkadaş da olabilirsiniz,” derdim. Bir yandan da Emmy’nin evlilik konusunda annesine söylediği de çok haklı bir cevap; “Ben yaşamadığım bir şey yaşamak istiyorum. Biri tarafından sarılmak istiyorum.” Böyle diyen birine de ne diyebiliriz ki, annesi vaktinde sarılmadığı / gittiği için, yaşayamadığı pek çok şey de şimdi bu sebeple oluyor.
Nihal Geyran Koldaş: Emmy üzerinden Nora’ya demek isterim ki; “Biraz daha şefkatli davran!”
Zeynep Çötelioğlu: Ben, Emmy’e gerçekten istediğinin bu olup olmadığını sormak isterdim. Çünkü ona dayatılan ve onun gördüğü, aslında evlenmek zorunda olduğu ve evlendiğinde sanki hayatı muhteşem olacakmış gibi bir izlenim. Sorum: “Gerçekten emin misin? Tamam, daha önce görmediğin, yaşamadığın bir şey o dünya, o his ve o duygu hali; fakat gerçekten istediğin bu mu; yoksa sadece annene inat mı bunu yapıyorsun?”
Tülin Özen: İlk tercihim benim de Emmy olurdu. Bir şeyler yaşayacak ki yaşamak da istiyor ama bura(lar)dan kendine çok yüklenmemesini söylerdim. Çünkü bir zaman sonra Nora’nın / annesinin ona dediği yere geleceğini düşünüyorum. Ve bu karşılaştığı yerde de çok kırılmaması ve yıkılmaması gerektiğini, bunun hayatın bir gerçeği olarak -ne yazık ki- durduğunu ve bu durumda da yalnız olduğunu göreceği bir anın olacağını söylemek isterdim. Bunu da o genç olduğu için, benim yaşadığım, onu yaşamadığı evreler olduğu yerden söylediğimi belirtirdim ki ne yaparsan yap, yaşayınca anlıyorsun bu da bir gerçek, fakat kulağında bu sözler varsa belki bir, iki cümle kalır…
“Bu sefer daha da büyük kavgalar edeceğim”
· Ama kendi gençliğimizden düşününce, bizler de büyüklerimize; bırakın da yaşayıp anlayalım, görelim dediğimiz yer değil mi Emmy’nin de annesine seslenişi?
Tülin Özen: Yani orada üzülmemek değil ya da depresyona girmemek değil; tabii ki de üzül ya da depresyona gir! Sadece yaşamın akışında bunlar olduğunu, aslında yalnız olmadığını, bunu vaktinde yaşayan veya hali hazırda da yaşayan pek çok kadınla aynı hislerde olduğunu bilmek; bence kıymetli bir şey! Bugün yaşadığımız dünyada da çok büyük baskılar var; mesela, kendi hikâyemizin kahramanı olmak ya da en başta kendimizi sevmek zorundayız gibi. Ama hiç kimse veya çoğu kimse için de böyle değil ya, en azından gerçeklikte karşılığı bu değil. Her şey olay yaşanırken bozulmaya başlıyor; konuştuklarımızı değil, olayları yaşıyoruz… Tamam, bu öğretileri okuyoruz ama biriyle bir ilişki biçimine girdiğin andan itibaren bu arkadaşlıktan tut da herhangi bir seviyeye kadar bütünüyle devam ediyoruz. Orada birazcık daha kendimizin farkında olmamız gerekiyor herhalde… Emmy karakterine söylemek istediğim tam da buralardan olurdu; en azından yalnız olmadığını bilsin, birçoğumuz bilmedik çünkü… Ve bize öğretilenlerin doğrultusunda “ben beceremedim” oluyorsun ya ki aslında da öyle değil ya hani!
· Tekste sizi en çok etkileyen bölüm ya da sahne hangisi? Ve bu sizde nasıl bir his / durum yaratıyor?
Nihal Geyran Koldaş: Oyunun bir sahnesinde, “Ben çocuklara hediye aldım” diyor ya, orada iki şey aklıma geliyor. Bu üç çocuğun, o yılbaşı veya özel gecelerde (Nora) annelerini bekledikleri hal. Beni çok yakıyor. Hediye meselesi değil, onlar annelerinden bir haber bekliyor. İkincisi ise, (bakıcı karakterin) Anne Marie’nin kendi çocuğu geliyor gözümün önüne. Yazar bir yerde oynadığım Anne Marie’nin bir çocuğu olduğunu söylemiş ve o karakter, çocuğunu nasıl bırakmış da çalışmak zorunda olarak dadılık yapmış, sonrası belli değil. Nora’yı kızı gibi sahiplenen, hatta Nora gittikten sonra onun çocuklarını da bakıp büyüten Anne Marie karakteri ama kendi çocuğuna hasret… O yüzden benim için oyunda burası çok zor bir yer… Hem kendi çocuğunun onu beklediği an hem de baktığı çocukların annelerini beklediği anı yaşıyor Anne Marie.
· “Nora Bebek Evi”ndeki Torvald toplumsal normlarla uyum içinde yaşayan bir bankada çalışan eş ve baba. “Nora 2”de ise hayatına kaldığı yerden devam eden bir karakterken sonrasında beklenmedik (bir memurla fiziki kavgaya girmek pahasına Nora’yla ilgili gerçeği itiraf edip, istediği boşanma belgesini alacak) bir eylemin motivasyonunu Nora’nın yazdığı kitabını okuduktan sonra bulan karakter. Torvald zamanla ve ilk defa kendisine dışarıdan bakma ve gerçeği anlama fırsatını bulmuş gibi?
Tansu Biçer: Torvald karakterini çok da matah bulmuyorum, Tansu olarak kabul de etmiyorum yaptıklarını ama ona da diyeceğim cümle, “Zamanında yapsan / yapabilsen ya da o konuda rahat olabilsen, şimdi bu çileyi çekmezdin” olurdu. Fakat işte başa dönünce de, yıl 1879 ve 15 yıl ileri gidince de o tarihlerde bu karakterin sosyal çevresi içindeki konumunu düşününce zor, kabul edemeyeceği bir şey, eşinin onu ve ailesini terk etmesi ve bunu çevresine deklare edebilmesi! O dönemin “erkeklik” mevzusuna yüklenenlerden dolayı bir biçimiyle itiraf edememiş de kimseye… Oyunun güzel taraflarından biri de bu; bugünü anlatıyor ama o günün referansları içinde duruyor aslında.
· “Sıradan bir insanın hayatında inandığı yalanları elinden alırsanız, onun mutluluğunu da elinden almış olursunuz” diyor İbsen. Oyundan yola çıkarsak Nora ya da Anne Marie ya da Emmy ya da Torvald’in tüm inandığı, savunduğu değer ya da düşüncelerini çıkardığımızda geriye sadece ‘insan’ oldukları kalıyor ya, bu karakterlere de hayat vermiş oyuncular olarak; sizin kadrajınızdan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkıyor?
Tülin Özen: Nora inandığı şey için 15 yıl savaşmış ve bir sebepten geri gelmiş, bir 15 yıl daha savaşabilir, ki kapıdan çıkarken söylediği de o; kolay olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını söylüyor zaten. İnandığı şey ona dedirtiyor ve yaşatıyor. Fakat değişeceğini veya değiştirebileceğini düşünüyor. Günümüzden izlediğimizde acı bir şey aslında. Yapması gerekenin zor bir şey olduğunu biliyor ve yine de bitirmek zorundayım diyor ve ekliyor: “O yargıca, ben suçluyum, ama pişman değilim diye yazacak olan benim. Diğer türlü hiç mücadele vermemiş olacağım… Gideceğim ve bugün kadar mücadeleyle kazandığım her şeyimi kaybedeceğim gene kavga edeceğim, bu sefer daha da büyük kavgalar edeceğim ama yapacağım.”
“Kesinlikle Don Kişotluk değil yaptığımız”
· Nora günümüz mevzusunda bizim hikâyelerin hangi rotasına / güzergâhına denk düşüyor; seyirciye ne diyor?
Nihal Geyran Koldaş: “Kendi sesini bul, zor olsa da kendi sesini bulmaya çalış… Uğruna yaşanılacak tek şey o…” diyor. O karakter ve bütün o karaktere benzeyen bütün kadınlar için diyor aslında bir yerde…
Tülin Özen: Seyirciye zor olduğunu zaten oyun içinde de açıktan söylüyor yazar. Sonunda kadın ve erkeğe de onu diyor; birinin seni sevmesini çok istediğin zaman yalan söylemeye başlarsın ve bu da senin sesini bozmaya başlar, biri sevsin diye konuşuyorsan eğer, kendi isteklerinden bahsetmiyorsun aslında…
Nihal Geyran Koldaş: Tabii bu iki taraflı da bir şey, birinin de seni sevmesini istiyorsundur muhakkak. Bu ihtiyaç hep var, dolayısıyla bu bir çelişki, bu bir açmaz ama bu açmazla birlikte böyle böyle yaşanacak, yaşayacağız. Ve bunun bilincinde olarak da yaşanacak herhalde…
· Hikâyede iki anne karakter görüyoruz bambaşka perspektif ve düşünce biçiminde…
Nihal Geyran Koldaş: Oynadığım karakter Anne Marie ile başlarda güçlü bir ilişkim yoktu. Açıkçası benimsediğim rol değildi, fakat oynamaya başladıktan sonra çok sahip olabileceğim ‘an’larını buldum. Sonuç olarak ‘yuva’ ve birine ‘emek’ verme meselesi, benim de meselem çeşitli nedenlerle, konu yalnızca kadının özgürlüğü ya da bir evi / aileyi ayakta tutabilmek değil ama son kertede diyebileceğim, metnin anları içinde çok sahip çıktığım durumları oldu rolümün.
Tülin Özen: Aslında Anne Marie mevzusunda sınıf meselesini de görüyoruz. Oyunda Anne Marie’nin Nora’ya dediği: “Senin evinde paralı bir baba vardı ama benim evimde paralı bir baba yoktu ve ben ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım; ya seks işçisi olacaktım ya da bir fabrikada bedenimi tükenecektim.” İki kadının yaşadıkları sınıfsal bir durum; o sebeple de Anne Marie, Nora’ya “aynıyız deme!” dediği yer mühim… Nora için ise,” para karşılığında çocuk bırakılabilirse, ‘kendi hayatın’ için de bırakılabilir, para nedir ki o zaman! Kendi sesini duymak isteyen kadının bu hakkı yok da Anne Marie gibi yaşayanların neden var!”
· Bahçe Galata kısmına gelmek isterim: 2019’un son aylarında açılış ve ardından pandemi… ‘Bir tekne, hatta ikinci teknenizi de alabilir’ ya da başka zevklerinize de harcayabilirdiniz ama şu ortamda sanata değer ve rota katma inancı, neden?
Tansu Biçer: Tam da bu, bu insanlar teknelerini neden alıyorlarsa biz de bu sebepten… Biz bunu aramızda da konuştuk bizim için lüks harcama dediğimiz bir şey… Evet, bu mekân yerine pek çok şey alınabilir, yapılabilir ama kendimize bir alan açalım istedik… Kesinlikle Don Kişotluk değil yaptığımız. Biz tabii ki birilerine iyi gelmek istiyoruz, bu sair hayatımızda da var ama sırf iyi gelmek için yapmadık, önce kendimize iyi gelsin diye yaptık! Çünkü insan önce kendine iyi gelen bir şey/ler yapınca, başkasına fayda edecek bir şeye dönüşme ihtimali de doğuyor.
· Lokasyon olarak özellikle Galata olmasının bir sebebi var mı? Malum Beyoğlu, Galata, Şişhane, Karaköy kısmında pek çok mekân kapandı, değişim ve dönüşümler bazen sevindiriyor bazen de üzücü hal alabiliyor…
Tansu Biçer: Özellikle Galata olmasını değil, ama bu tip bir semte olmasını tercih ettik. Sonuçta bir atölye ve tiyatro yapacak bir yer arıyorsun, bazı özellikleri olsun istiyorsun. Sadece duygusal bir bağ olarak bakar ve işin teknik gibi görünen kısımlarını es geçersek de sonrası çok büyük yıkım yaşardık… Ve tabii duygu default zaten, oyunu da gördün, dört oyuncuyu da; ne seyirciyi satın almaya çalışan var ne de güldürmek için uğraşan… Buradan ve buralardan veriyoruz bence meramımızı…
Tülin Özen: Tüm bunlarla beraber, bu sokaklarda çok tiyatro yaptık, sınıf arkadaşlarımız var, Kumbaracı50 gibi daha pek çok, vaktinde birlikte aynı sahneyi paylaştığımız arkadaşlarımız var. Şimdi bu güzergâhta bu vesileyle birlikte olmak güzel ki zaten Maya Sahnesi’nin Nihal’ini getirdik!… Kardeş tiyatrolarımız var, iyi ki de var Asmalı Mescit’te / Asmalı Sahne, Cihangir’de / Tatavla gibi; yeni açılan Hacımimi’deki Bereze gibi. Kısaca; kendi adıma diyebileceğim, bir alışkanlıkla buraya gelmiş olduk…
“Size de böyle şeyler oluyor demi?”
· Bahçe Galata’da hikâyelerinizi neye göre seçiyorsunuz, ya da önceliklerinizi belirleyenler hangi durumlar oluyor?
Tülin Özen: Biz, kendi merak ettiğimiz konulardan seçiyoruz. Açılışımızdan bugüne kadar seçtiğimiz üç oyunda da bunu gözettik. Yeni oyunumuz (Oleg ve Vladimir Presnyakov Kardeşler’in yazdığı, Saim Güveloğu’nun yönettiği) “Terörizm”de de bize, bizi anlatıyoruz. “Biz aslında görüyoruz da size anlatıyoruz değil!” meselemiz… Daha çok kendimize soru soracaksak, biz de ayıp ediyorsak, kendimizle dalga geçeceksek, o anlar olsun ve birlikte olsun istiyoruz. Açıkçası “Nora 2”de de işin içinden çıkamayacağımız yerler var/dı- bence kişisel olarak; bizim içinde soru ve sorun olan şeyler olsun istiyoruz. İçinde biz de olalım, içinde olan şey bize de batsın; kendimizi de açık edelim veya dalga geçelim gibi bir yerden bakıyoruz mesele / metinlere… Tekstlerde de bulmak istediğimiz buralarda gezinen bir şey.
Nihal Koldaş: Kendinden yola çıkarak o metinle bir hale gelmek veyahut olmak çok önemli bir şey. Sonuç olarak burada bir metni aracı kılarak bir nevi (oyuncular) kendilerini anlatıyorlar. Anlatıyorlar ya da araştırıyorlar ya da soruyorlar.
Tansu Biçer: Biz “öyle insanlar vardır ya…” gibi bir bakışla yapmak istemiyoruz anlatımlarımızı. Bu noktada cesur da olmak istiyoruz; içinde soramadığımız soruların olduğu, kendimize yakıştıramayacağımız şeyleri de anlatmak gibi, o noktada bence daha cesur da davranıyoruz diye düşünüyorum.
Tülin Özen: Yoksa kimsenin hayatına bir şey öğretecek bir şeyimiz yok! Zaten kimsenin hayatına ne öğretebiliriz ki; “benim böyle bir sorunum var, senin de var mı? Ya da size de böyle şeyler oluyor demi?” gibi bir yerden / demekten başka bir şey değil yaptığımız şey…
· 2023 Bahçe Galata açısından nasıl geçti; ortaya toplayınca nasıl bir çizelge çıkıyor?
Tansu Biçer: Fena değildi, tiyatro olarak kendimizi döndürüyoruz ki zaten buradan gelirimiz yok. “Terörizm” yeni oyun olarak devam ediyor. Bahçe Galata ekibinden herkesin kendi bağımsız işleri var; benim, Işıl Kasapoğlu yönetimindeki, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu & Piu Entertainment ortaklığındaki “Amadeus” devam ediyor; Tülin’in de, Tunç Şahin’in yazıp yönettiği, İki Tiyatro’nun yapımından “Canavar” devam ediyor. Saim’in Bahçe Galata ve diğer tiyatrolarda işleri, danışmanlığı devam ediyor. Bahçe Galata olarak eğer istediğimiz bir oyun varsa sahneye koymak istiyoruz, yoksa da kendimizi özgür bırakıyoruz. Diğer türlüsü piyasa şartlarını kovalamak oluyor.
· Son zamanlarda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, albüm, sergi gibi paylaşırsanız biz sanatseverler de nasiplenelim isterim?
Tülin Özen: Şimdi aklıma gelen, “Orchestra Theatre”dan, Firüze Engin’in yazdığı, Gülhan Kadim’in yönettiği, İpek Türktan ve Tolga İskit’in oynadığı “Bir Terennüm” oyununu önerebilirim.
Nihal Geyran Koldaş: Televizyonda “Kızıl Goncalar” adlı dizi son zamanlarda dikkatimi çekenlerden… Her bölümün başında bir ön cümlesi oluyor, o cümleleri seviyorum. Ve tabii dizide, çok sevdiğim arkadaşım Şerif Erol’u izlemek keyifli.
Tansu Biçer: Son zamanlarda, okuduğum Murathan Mungan’ın (Metis Yayınları) “995 Km” adlı romanı; beğendiğim film olarak da senaryosunu Johannes Duncker ile birlikte yazan İlker Çatak’ın yönettiği (2023 yapımı bir Alman draması olan) “Öğretmenler Odası” var.